Yeni mezun sosyal çalışmacının gözünden
Yeni mezun sosyal çalışmacının gözünden
Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Hizmet Mezunuyum. Almanya’da yaşam ritmini kaybetmiş, toplumsal hayata uyum sağlamakta zorlanan, ailesi parçalanmış, ebeveynlerinden en az birinin madde bağımlısı olan ve aile içi şiddet ve istismara maruz kalmış, madde bağımlısı olan çocuk ve ergenlere yönelik rehabilitasyon hizmeti sunan PARCEVAL isimli kuruluşun, TRUVA aşamasında staj yapma fırsatı buldum. Bu fırsat tabiki ayağıma gelmedi, ben onu zorla ayağıma getirdim diyebilirim. Şubat ayında staj raporlarımı vermek için hocamın yanına gitmiştim ve orada Sosyal hizmet uzmanı olan Nihat Tarımeri ile sohbetine kulak misafiri olmam ile birlikte bu serüven başladı. Bilinmezlikler ile çıktığım bu yolda ilk adımımı Almanca öğrenmeye başlayarak attım. Ancak korona sebebiyle 3 ay eğitim alabildim. Mezun olup eve döndüğümde çalışmaya devam ettim. Eylül ayında iletişim halinde olduğum Nihat Tarımeri özgeçmişlerimizi ve motivasyon mektubumuzu göndermemizi istedi. Bir heyecanla özgeçmişimi ve motivasyon mektubumu hazırladım, gönderdim. 3-4 gün sonra geri dönüş geldi ve 1 gün sonra Karaburun’a deneme süreci için en yakın arkadaşım ile birlikte gittik. Bizi neyin beklediği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. En yakın arkadaşımın yanımda olması bana güç veriyordu, kendimi yalnız hissetmiyordum.
Konaklama yerine vardığımızda Grossgruppe’talardı. Çevreyi gezme fırsatı bulduk. 4 katlı bir bina, zemin katında büyük bir mutfak ve yemek odası bulunuyordu. Diğer oda ise çalışma odasıydı. Toplantılar ve gruplar orada gerçekleşiyordu. Bahçeye doğru gittiğimizde ise hemen sağ tarafta bir havuz, çaprazında ise bir futbol sahası vardı. Futbol sahasının etrafında ve bahçe tarafında koşu yaptığımız bir patika bulunuyordu. Tarla bölümü ise oldukça genişti. Cennet elması ağaçları, zeytin ağaçları, nar ağaçları, mandalina ağaçları gibi çeşitli birçok ağaç vardı. Konaklayacağımız alan oldukça fonksiyonel bir yapıya sahipti.
Gruptan çıktıklarında onları bekliyorduk. Neredeyse 30 kişi vardı ve bir anda merak konusu biz olmuştuk. Gruptan çıktıkları gibi yanımıza geldiler ve tanışmak istediler. Bir anda çok heyecanlandım. Adımı sorduklarında bile anlayamadım. Kısa bir tanışmadan sonra yarın bize kuralları anlatacaklarını söylediler. Gün sabah 07:00’de koşu ile başlıyor. 20 dakikalık bir koşunun ardından duş için de sadece 20 dakikamız kalıyor ve kişi başına düşen duş süresi 2 dakika sadece. Bu bir sorun olabilir mi? Küçük bir pürüz gibi duruyor ama her gün bunu acele bir şekilde yapmak bünyemi biraz yordu. Ama alıştım tabiki.
Kurallar ile devam edelim. Kahvaltılara, öğle yemeğine, akşam kahvaltısına geç gelmek yasak. Evet Almanlar dedikleri gibi dakiklermiş.
Yemeklere, toplantılara kısa kollu katılmak ve kısa giymek, vücudu belli eden pantolon giymek yasak. Hayvanlara dokunmak, beslemek yasak. Bunu sormak zorunda hissettim. Neden? Diye sordum. Zamanla anlayacağımı söylediler. Peki dedim. Bu kurala da zaman içinde yaşadığım tecrübeler ile hak verdim. Çocuklar bazen hayvanlara karşı agresif davranışlarda bulunuyorlardı. Yemeklerde İngilizce konuşmak zorunlu. Bu kurallı sevdim çünkü çocukların İngilizcesini geliştirmek içinmiş, mantıklı geldi. Kız ve erkeklerin birbirine dokunması yasaktı. Bu kuralda ilerleyen zamanda duygusal iletişimi olan çocukların sadece sabah ve akşam sarılma izni olarak genişletildi.
KR (Kontakt Regulition)’i olan çocukların belirli kişiler ya da herkesle konuşma yasağının olduğunu söylediler. Bunu ilk başta hiç anlamadım ve kafama oturmadı. Zamanla öğrendim. Kontakt Regulition çocuğun agresif bir davranışında, ikili diyalogda oluşan bir olumsuzluk ya da gerginlikte o duruma göre çocuk herkesle ya da belirli kişiler ile iletişim yasağı oluyor ve bunun süresi duruma göre değişmekte.
İlk günden buranın disiplinli olduğunu hissettim. Her şeyin bir kuralı ve saati vardı. Saat 8:30’da küçük bir toplantı yapıyorduk, korona nedeniyle ateşimizi ölçüyor ve günün planını konuşuyorduk. Saat 09:00’da AP (Arbeitet Pedogogi) başlıyordu. Çalışma terapisi olarak geçen AP, gençlerin fiziksel güçlerini kullanarak çeşitli işler yaparak yaşam becerilerini öğrenmeleri ve bu yolla meşgul edilmeleridir. Bu terapinin amacı öncelikle çocukların geçmişte yaşadığı olumsuz deneyimlerini ya da madde isteğinin akla gelmesini önlemesidir. Bir diğer amacı ise çocukların grup çalışmasındaki rolünü geliştirmek, birlikte yaşamayı öğretmek ve çalışan sosyal hizmet uzmanı ile ilişkinin kurulmasını, sosyalleşmesini amaçlamaktadır. Çevre düzenlemesi, ev içi işler, yemek yapımı vb. alanlarda bu çalışma terapisini gerçekleştiriyorduk. (Elif Gökçearslan Çifci)
AP’de çalışmaya ilk olarak 2 çocuk ile birlikte taş toplayarak başladım. Şanslıydım ki ikisi de anlayışlı ve konuşkanlardı. Ama ilk başta tabiki otoritemi hissetmediler. Bende otorite kurmaya çalışmadım. Onlarla arkadaş olmaya çalıştım. Daha sonra onlarla çalışmalarımız ayrıldı ve ben mutfakta çalışmaya başladım. Mutfakta bütün sorumluluk bende olacaktı. Bu durum beni hem motive etmiş hem de strese sokmuştu. Ya başaramazsam düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. İlk hafta benim için en zor geçen haftalardan biriydi. Çocuklar benim dediklerimi neredeyse hiç yapmıyor ve karşı çıkıyorlardı. Onlara anlatana kadar canım çıkıyordu diyebilirim.
Bazıları da iş yapmamak için tartışma yaratmaya çalışıyordu. Ben sürekli tartışmadan kaçıyor ve onların dediklerini yapıyordum. Sanki ben değil onlar gözetmendi. Tartışmaya girmek istemememin iki sebebi vardı. Birinci sebebi dil problemi, derdimi anlatamamak ve o tartışmayı çözüme kavuşturamamaktı. İkinci sebebi ise çocukların bana karşı tavır almasını istemememdi.
Sanki onlarla tartışınca ya da istemedikleri bir şeyi onları yaptırınca bana tavır alacaklarını düşünüyordum. O yüzden çoğu işi ben yapıyordum. 1 hafta sonunda bir toplantı yaptık. Ve bana olumsuz eleştiriler geldi.
Biz Türkler olumsuz eleştiriye alışık değilizdir. Bana tartışmaya girmekten çekindiğimi, sözümü dinletemediğimin, bir sorunu gördüğümde söylemediğimin farkında olduklarını söylediler. Bunu düzeltmelisin dediler. Dilimin iyi olmadığını bildiklerini ama destek alabileceğimi belirttiler. O gün çok kötü hissettim. Sanki işimi iyi yapamıyordum. Ama kafama koymuştum artık. Ben bunu yapmalıydım. O günden sonra karar verdim. Her ne görürsem olumlu veya olumsuz söyleyecektim. Çünkü bu kurumun amacı buydu. Eksikleri görmek ve geliştirmek.
Artık korkmuyordum. Yanlış yapmaktan, yanlış telaffuzdan ya da tartışmadan. Tartışmalar yaşıyordum çocuklarla bunları konuşup çözmeye çalışıyorduk. Daha sonrasında anladım ki ben çocuklarla tartışınca ya da onların yanlışlarını söyleyince çocuklar bana tavır almıyordu.
Aksine beni daha da önemsiyorlardı. AP çalışmalarımda zorlandığım için bazen yanıma Alman gözetmen veriyorlardı. Ne yazık ki bu konuda şanssızdım çünkü gelen gözetmenler sorumluluk almak istemiyor ve bütün sorumluluğu bana yıkmaya çalışıyorlardı. Bir sorun olduğunda, nasılsa dillerini çok anlamıyorum, ‘eee Nur öyle dedi’ oluyordu. Türk olduğum için bazı çalışanların bunu kullandığını hissettim.
Personel yapısını anlatacak olursam, çalışan her personel yaşı kaç olursa olsun, statüsü ne olursa olsun eleştiriye açık olmak zorunda. Bu benim dikkatimi çeken en önemli özellikti. Bu eleştiri bir çocuktan gelebilir, başka bir uzmandan gelebilir ya da personelden gelebilir hiç fark etmez. Bu eleştiriden sonra da alınma, küsme gibi olaylarda yok. Konuşuluyor ve çözüme kavuşturuluyor.
Bu Türkiye’de imkânsız bir yöntem. Ayrıca Alman kültüründe yanlış yaptığın bir konu hemen söylenir ve asla tolerans yoktur. Ama iyi yaptığın bir konuda söylenmez. Buna alışmam çok zor oldu.
Truva’nın fiziksel ve psikolojik koşullarına gelirsek, fiziksel olarak tempolu bir hayata sahip olmayan biri için ilk başta zorlu bir süreç. Her sabah 07:00’da koşu ile başladığımız gün bazen 22:30, bazen 23:00’da bitiyor. Gün içinde AP’den sonra programa göre bazen Atmosfer (Grup olarak çeşitli oyunlar oynamak), Biografie, Grossgruppe ve gün aşırı olarak spor yapıyoruz.
Bu spor öyle basit değil, yaptığım en ağır antrenmanlardan olduğunu söyleyebilirim. Bu şekilde program her gün değişmekteydi. Hafta sonları ise daha rahat geçiyordu. Cumartesi günü 08:00’da kahvaltı yapılır ve bir toplantının ardından saat 09:00’da Grossputzen (büyük temizlik) başlıyordu. Kaldığımız katlar, bahçe, depo, mutfak ve çalışma odası ayrıntılı bir şekilde temizleniyordu. Bu temizlikten sonra öğle yemeği, öğle yemeğinden sonra ise sahile ya da tekneye gidiyorduk. Sahile yürüyerek gidiyorduk ve gidişimiz sadece 1 saat sürüyordu. Orada 1 saat kalıp yüzüyor, güneşleniyor ve müzik dinliyorduk. Gerçekten keyifliydi. Pazar günüde cumartesiden farklı olarak saat 11:00’da kalkıyorduk. Pazar günleri sadece Brunch yapıyorduk. Yine brunchtan sonra sahile ya da tekneye gidiyorduk. Açıkçası hafta sonlarını seviyordum.
Bu tempoda kendimize ayıracak kişisel zamanımız neredeyse hiç olmuyordu. Hatta bir süre biz Türk çalışanların hiç boş vakti olmadı. Çünkü bu programı ayarlayan kişi bu durumu gözden kaçırmıştı. Bu sebeple iş yükümüz çok fazlaydı ve çok yorgun hissediyorduk. Motivasyonumuz düşmüştü ve 3 arkadaşımız daha fazla sürdüremedi, istifa etti. Onların istifasından çok etkilendim.
Kendimi orada yalnız hissetmeye başladım. Hatta bir süre Alman çalışanları suçladım ayrımcılık yapıyorlar, bizi daha çok çalıştırıyorlar diye. Ama sonra tabiki bu sorunda konuşuldu ve biz ikna olmadık. Türk üstlerimiz ile konuşunca anca anlayabildim. Ve şu dediğini asla unutamıyorum. ‘Siz empati nedir bilmiyorsunuz, kendi çevrenizden başka bir çevreyi anlayamıyorsunuz sadece kendi ekseninizi anlayabiliyorsunuz. Kendi ekseninizin de dışına çıktığınız zaman empati yapmış oluyorsunuz.’ Demişti.
Haklıydı belki de. Biz onlar gitmeden önce hiç konuşmayı denememiştik ve olumsuz düşünmeye hemen başlamıştık. Programı ayarlayan kişinin de yoğun olduğunu ve bu durumu gözden kaçırabileceği ihtimali hiç aklımıza gelmemişti. Gerçekten ben empatinin ne demek olduğunu bilmiyormuşum ya da biliyorum ve daha özümseyecek olgunlukta değilim. Empatiyi kavramak amacıyla araştırma yaptığımda ise birçok tanım ile karşılaştım. Bunlardan 2 tanımı paylaşmak istiyorum.
Empati bir bireyin, kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak durumlara onun bakış açısı ile bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini o anın şartlarına göre doğru bir şekilde anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletme sürecidir. (Elif Gökçe Ersoy, 2016)
Almanca kelime kavramı ise ‘Einfühlüng’ olarak adlandırılan bu kavram, bir nesneyi incelerken ve gözlemlerken bireyin kendini nesneye aktarması ve nesne ile arasında bir özdeşim kurması durumu olarak tanımlanmıştır. Kendimize ait duyguları, nesnelere yükler, o yüklenilen nesnelerle bir anda özdeşleşmesi durumudur. (ANAR)
Bu iki tanıma baktığımızda ise birbirinden çok da farklı olmadıkları görmekteyiz. Empatinin oldukça kapsamlı bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Empati sadece araştırılarak ya da tanımını bilerek anlayabileceğimiz bir sözcük değil. Empatiyi yaşayarak, deneyimleyerek ve hayatın içinde özümseyerek anlayabileceğimizi düşünüyorum.
Türkiye’de ise madde bağımlılığı gibi güçsüz bırakılan çocukve ergenler
Par-Ce-Val yalnızca madde bağımlısı çocuklara hizmet vermemektedir. Ancak Denetimli Serbestlikte staj yaptığım için bu iki kurumu madde bağımlısı çocuklara yönelik hizmette karşılaştırmak istiyorum.
Alman gençlik adalet sisteminde çocukları da içerecek şekilde uygulamalar sosyal hizmet bakış açısı üzerinden yürütülmektedir.
1923’ten beri gençlik koruma yasal düzenlemeler bağlamında ailesi tarafından ihmal ve istismar edilen ve farklı bağımlılıklar geliştiren, güçsüz çocuk/genç ve ailesinin durumunun belirlenmesinde yapılar söz konusu olup Gençlik Dairesi (Jugend-Damt) bu belirleyici kurumlardan bir tanesidir.
Çocuğun hangi kurumda kalacağı kurumda yer alan sosyal çalışmacılar tarafından bir toplantı ile karar verilir. Kurumlar gençlik kanunu kapsamındadır ve Par-Ce-Val bu kurumlardan birisidir. Çocuk/genç bu gibi kurumlara yönlendirilir.
Türkiye’de ise madde bağımlılığı çocuk ve ergenler AMATEM, Ruh sağlığı Hastaneleri ve Denetimli Serbestlik Birimi’ne yönlendirilir.
Türkiye ve Almanya arasındaki farklılıklar da burada ortaya çıkmaktadır. Ben 3 ay boyunca Denetimli Serbestlik Birimi’nde staj yaptım. Denetimli Serbestlikte madde bağımlısı çocuk, okulundan ve sosyal yaşantısından dışlanmaması için uygulanan bir birim. Madde bağımlısı kişi belirli aralıklar ile ilk olarak bireysel görüşmelere katılır. Bu görüşmelerin sayısı kişinin durumuna göre değişmektedir. Görüşmeler bittikten sonra kişi seminerlere katılır.
Bu görüşme ve seminerlere katılmak zorunludur. Peki ülkemizdeki bu uygulama ne kadar yararlıdır? Çocuğun bağımlılığını sürdürmesi olasıdır. Birimin tam olarak bu olayın önünü kesmekte yetersiz olduğunu düşünüyorum. Daha az riskli görülen grup bu birime yönlendiriliyor. Aslında bu az risk olarak tanımladıkları grup tam olarak rehabilite olmazsa ileride yüksek riskli grupları oluşturması muhtemeldir. Almanya ise bizim az riskli ya da küçük bir olay gibi gördüğümüz durumu yüksek risk grubundan değerlendirmektedir. Bu şekilde ileride oluşabilecek risklerin önüne geçebilmektedir.
Çocuklar bu kurumlarda yaşam becerilerini, birlikte yaşamayı ve hayata nasıl uyum sağlayacaklarını öğrenmektedir. Konuşabildiğim kadar çocukların geri dönütleri ise bu kurumun onları hayata bağladıklarını ve Par-Ce-Val’i aileleri olarak gördüklerini söylemişlerdi. En önemlisi çocuklar burada kendilerini değerli bir birey olarak var olduklarını hissettiklerini gözlemledim.
Günümüzde artan küçük yaşlarda başlayan madde bağımlılığına bir çözüm olarak, bu sistemi ülkemizde bir ihtiyaç olarak görmekteyim.
Kaynak: http://sosyalhizmetuzmanlari.com/makale/oku/265/yeni-mezun-sosyal-calismacinin-gozunden
Etiket:sosyal çalışma